31 Temmuz 2012

Bir Gariplik ve Bir İfşa…


Oldum olası kendimi bir garip hissetmişimdir. Beni tanıyanlardan veya burada yazdığım yazıları okuyanlardan benim bir garip veya biraz tuhaf olduğuma hükmedenler olmuştur belki amma..benim kendimi tuhaf bulduğumu bilmez hiç kimse. Yani elbet..şu ana kadar. Aslına bakılırsa bu güne kadar hiç şikayetim olmadığı gibi, garip/tuhaf olduğum düşüncesinden garip bir hoşnutluk da duyarım. Farklı ve anlamlı bulurum bu durumumu..Aslında Ahmet İnam Hoca, Hayatımızdaki İnce Şeylere Dair adını verdiği kitabında garipliğin tanımlamasını tam hakkını vererek yapmış. Bazılarında kendimi bulduğum, bazılarına ise sahip olmaya can attığım tanımlamaları bütün içselliğiyle sıralamış.

“Garip gurbette olandır..Vatanında bile. Evinde bile. Burada iken, hep oradadır. Göçebedir. Yurdunda göçebedir. Bu gurbet duygusu onu dünyevi isteklerden, mülklenme açgözlülüğünden alıkoyar. Hep ötededir. Üşüşmez, kapışmaz. Yapışmaz (..) 
Garip dış dünyada gurbette, içinde ülkesindedir. Garip iç dünyası ile dış dünya arasında dolanıp durur(..)

Dünya meşgul olunacak, “iş” yapılacak bir yer değildir.
Garip kimseyi kırmadığı için, kimseye kin tutmadığı, kimseyle yarışmadığı, kapışmadığı için kimsesizdir(..) Sorumsuz değildir. Evrenden, Cân’dan, canlılıktan sorumludur....“

Bana göre ince, içrek, direkt bir o kadar da muzip ve ondan çalacağım ifadelerle ise yabanıl ve yadırganan bir üslupla ele alınmış olan bu kitapta sadece garipliğin anlatıldığı zannedilmesin  lütfen..Muhabbet Yaraları’nın, Yanlış Yerde Olanlar’ın, Hesabîler’in, Işıkçılar’ın anlatıldığı kitapta yazarın yani  “Haydi hep birlikte Attaya Didiyoz” diyen çocuğun Ahmet Amcasının, dünyanın kaç bucak olduğunu öğrenmeye nasıl gittiğini okuyabilir, arada bir yerde yobazlığın tanımını yeniden bulabilir, Önce Sevgililer Bozuldu’da sevda özürlü hayatımız için sevdadan özür dileyişine tanık olabilirsiniz. 

*

Hani iki kişi arasında kalması gereken duygu, düşünce ve hatta yaşanmışlıklarını ilgisiz bir üçüncü kişiye ifşa edenler karşısında, anlatılanları duyduğu için o üçüncü kişi hicap duyar ya bazen..işte şahsen ben.. tanımadığım insanlar bana kendi dedikodularını yaptıklarında hiç hicap duymamacasına hicap duyabilirim ki, bu da ihtimal bir garabet alâmetidir. Biliyorsunuz hicap duymak utanmakla kardeştir, onunla anlatılır fakat, o bence utanç duymak değildir yalnızca...Hicap duymanın varlığından yanında-yakınında sevgi ve hadi o değilse saygı varsa...söz edebilirmişiz gibi gelmiştir bana her zaman. Dedikoduyu yapanda da dinleyende de bu böyle…En azından benim için böyle ve benim gibiler için bu böyle olsa gerektir. Şimdi durduk yere nedir bu hicap meselesi diyene, boş verin derim, ama yine de okuyacak olursanız asla bu duygu, fikir ve anlam paylaşımcısı filozofu okumaktan hicap duymayacağınız konusunda garanti veririm.



Ahmet İnam Hoca’nın bir yazısını uzun zaman önce alıntılamışım. Uzun bulmayacaklar sevecektir de, eminim. İsterseniz buyurun. (link değil, bağlantı verebildim)..İstemezseniz siz bilirsiniz, ama benden söylemesi, siz kaybedersiniz:)



18 Haziran 2012

Dante'nin Cehennem'ine giriş..


Nihayet kuşkulu yapım kendi kendini engellediği konusunda kendinden kuşkulanmaya başlayabildi. Engellenmişlik hissinin üstesinden gelememenin hüznünü yaşarken oldu bu…Kendime göz göre göre kurduğum ve göz göre göre göz ardı ettiğim bir tuzaktan çıkış yolu ararken oldu... Oysa şu an sahip olduğum şu sessiz köşenin sırrına vakıf olma hayaliyle yaşadım yıllarca. Bu fırsatı böyle harcamak bir nevî cinayet olmalı... Nasıl düştüm ben böyle bir tuzağa?

Hem yürümek isteyip, hem yürüyeceğim yolda karşılaştıklarımdan korkuyor olabilirim, ama bilmenizi isterim ki, bu düpedüz bir tuzaktır; içine kendimi hapsettiğim...Hatayı nerede yaptığımı, 'Ne’ye yanlış yönden baktığımı görmem ve o düşünceyi ya da o kanaati değiştirmem gerek. Özetle yeni bir perspektif kazanmam gerek.

Biliyorsunuz İlahî Komedya’sının Cehennem’ine “Hayat yolumuzun yarısında kendimi karanlık bir ormanda buldum. Çünkü doğru yoldan ayrılmıştım.” diye giriyordu Dante..Cehennemin içinden geçmeden  cennetin ayırdına varmak mümkün olmuyor galiba. Öyleyse şayet, çelişki ve çatışmaları daha fazla önemsemeli ve Cehennemin hakkı verilmeli Cehenneme. Böylece derin değer farklılıkların, gerilimlerin ve çatışmaların yaşanmadığı Cenneti görmeyi hak etmeli insan.

Bir yerde okumuştum, anlam tekdüzeliğinin zayıflık işareti olduğuna işaret ediyordu C. G. Jung ve devam ediyordu, “yaşamın zenginliğini kavramaya yalnızca paradoks yaklaşır, net ve çatışmasız olmak ise tek yanlıdır ve bu nedenle kavranamayanı ifade etmeye uygun değildir”.

Doğrusunu isterseniz bu ifade bana bir parça da olsa güç veriyor. En iyisi Jung’ın ifadesindeki sırra maruz kalmaktan korkmamak. Çatışmalarıma daha çok bakmalı ve onları görmeye çalışmalıyım. Onlar gün ışığına ancak o zaman çıkacaklar ve ben ancak o zaman onların arasında gizlenen çıkışın yolunu bulacağım. 
(17.06.12)



                                
                            


07 Haziran 2012

NE OLUR EVCİLLEŞTİR BENİ...




"Ne olur evcilleştir beni" 

Evcilleştirilmeyi isteyen biri oldu mu hiç sizden? Eminim olmuştur...
Eminim sizin tarafınızdan evcilleştirilmek isteyen birileri olmuştur! Sadece bu kelimelerle ya da kelimelerle istememişlerdir. Ama muhakkak sizden kendisini evcilleştirmenizi isteyen birileri vardır ve de  muhakkak olmuştur.

Sev beni..çünkü sevilmek istiyorum. 
Ama hayır öyle değildi o, asıl istediğim, aslımın istediği, seni sevmeme izin vermen..çünkü benim sevmeye ihtiyacım var.

Bu böyle..Çünkü bu ihtiyacımdır, beni insan yapan.

Allah’ım hiç bir istek, bundan daha saf, bundan daha masum, bundan daha güzel ve bundan daha anlamlı olamaz...

“Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez “ demiş, Exupéry Küçük Prens’inde. Biliriz bunu değil mi biz de? Dünyaya bilerek geliriz hem de. Biliriz ama yine de, beğendik mi bir şeyi hemen ona hakim olmak, ona sahip olmak isteriz. Hayat gailesi işte...Zamanla bildiğini unutturuyor insana! İçimizde sakladığımız sürekli bir yarım kalmışlık, tamamlanmamışlık duygusu ile baktığımızda, bu da böyle.  Aslında bunun böyle olmadığını, yani yarım falan olmadığımızı da biliriz, ama hayat gailesi denen ego savaşları, gözle sevmeye yani sevdiğimizi zannetmeye davet eder bizi. Ve biz yapısı gereği tatmin olması mümkün olmayan ve yarım olduğunu düşünen egonun tatmin olma yönündeki isteklerini yüreğimizin kıpırtıları sanmaya başlarız. Belki de bu yüzden ego ile bakma ve egonun dışında bakmanın ayırdına varamayız; onun ya da nefsin dışından bakmayı bilmek istemeyiz. Böyle olunca da bir türlü egomuzun dışına çıkarak bakamayız. Göremeyiz.

Sevmenin gözüyle değil, yüreği ile bakabilene mümkün olduğunu...geriye kalanın boştan ibaret olduğunu biliyorum. Ama her bir haltı bildiğimizi zannettiğimiz sürece sevmenin, yani kısa bir süreliğine geldiğimiz şu hayatla gerçek bir bağ oluşturmanın, mümkün olup olmadığını bilmiyorum.

**



“Hadi gel oyna benimle” dedi küçük prens, “hiç keyfim yok...“
“Seninle oynayamam ki,”dedi tilki. “Evcilleştirilmedim ben.”
“Evcilleştirmek ne demek?”
..
 “Çoktan unutulmuş bir şey…bir anlamda bağ oluşturmak diyebiliriz buna.” dedi tilki.
“Sen, benim için, diğer yüz bin küçük oğlan çocuğuna benzeyen bir oğlan çocuğundan başka bir şey değilsin şimdilik. Sana ihtiyacım yok. Senin de bana ihtiyacın yok. Ben de senin için diğer yüz bin tilki gibi bir tilkiyim yalnızca. Ama beni evcilleştirirsen, birbirimize ihtiyaç duyarız. Sen benim için dünyada bir tanecik olursun. Ben de senin için dünyada bir tanecik olurum…”
..
“Yaşamım çok tekdüze. Ben tavuk avlamaya çıkarım, insanlar da beni avlamaya çıkarlar. Bütün tavuklar birbirine benzer, bütün insanlar da birbirine benzer. Bu yüzden biraz canım sıkılıyor doğrusu…” “Şuraya bak! Şu buğday tarlasını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğdayın bana yararı yoktur çünkü. Buğday tarlaları bana hiçbir şey hatırlatmaz….Ama senin saçların altın rengi. Yani beni evcilleştirirsen, müthiş olacak! Altın rengi buğdaylar bana seni hatırlatacak. Ben de başaklardaki rüzgâr sesini seveceğim..”
Tilki susup uzun uzun Küçük Prens’i süzdü.

“N’olur...Evcilleştir beni!” dedi sonra.
..
“Ne yapmak lazım? diye sordu Küçük Prens.
“Çok sabırlı olmak lazım,” dedi tilki. “Önce, az ötemde oturacaksın…Ben sana göz ucuyla bakacağım; ama sen hiçbir şey demeyeceksin. Dil bütün yanlış anlaşılmaların kaynağıdır. Ama, her gün, birazcık daha yakınıma oturmalısın.” 
(Antoine de Saint-Exupéry - Küçük Prens)







İşin aslı, sanırım ben şu benim egoya fena halde taktım. Anlaşılan onu yenmeden bana hiç rahat yok ve dahi..huzur yok. 

12 Mayıs 2012

yorumsuza yorum

Önceleri yalnızca annemi kaybettiğim için, bir daha anne diyemeyeceğimi hatırlattığı için sevmediğimi  sanıyordum anneler gününü..sonraları fark ettim ki, anne olmadığımın yüzüme vurulmasından da hiç hoşlanmıyormuşum ben..

“Bir maniniz yoksa en güzel hediyeler annenizi ziyaret edecek…”
“Ayfer anneler gününe özel indirimi kaçırma”
“Bilmem kimin aranjmanla​rıyla annenize koca bir buket mutluluk verin”
“İnternet Şubesinden Anneler Günü sürprizi”

Konuyu uzatırsam sevimsizlik ve samimiyetsizlik taşıyan (ve de ağır koyun-kasap kokusu taşıyan) bu reklam mesajlarını ne kadar iğrenç bulduğumu bile yazabilirim..Ama yazmayacağım. Evlatlarından duyacakları bir tatlı sesle, öpücüğe kucak açacak annelerin sevinçlerine haksızlık etmiş olmamak için fazla ağlak bir yazı yazmayacağım. Öyleyse hoşlansam da hoşlanmasam da..kıyamam onlara…

Kutlu olsun annelerin “her günü”.

**
Bir otomobilde, radyodan dinlediğim Neuchatel Xamax maçından sonra doğru düzgün tam bir maçını en fazla dört-beş defa izlediğim ve ama ilgili pek özel haber kaynaklarım! yoluyla takip ettiğim Galatasaray için gösterdiğim coşkuda bir sakınca görmezseniz sevinirim. Dünümü berbat eden sıkıntımın üzerine serin sular serptiler..Özellikle rakip taraftarların düğün gecesi benzetmelerinin üzerine Galatasaray'a, hiç adetim olmasa da…Türkçesi..uysa da uymasa da buradan teşekkür ediyorum….Aklın, delilikle dengelenmesi gerektiğini söylemiş bilgeye selamlarımı göndererek.



Yorumsuz:))) demiştim ama, hem resmin altını doldurmak hem de içimi boşaltmak istedim...Bir de kimseyi rahatsız etmemek adına resmin boyutunu küçültüverdim. Abartmamak gerek bazı şeyleri.

01 Mayıs 2012

Bir sevgi masalıdır bu aslında...





Var olan her şey hayat denilen bir sahnede kendisi için yazılmış ve biricik olan bir oyunda başrol oynamakta. Öyle ki, oyuncu ben oynamıyorum dese de rolünü oynuyor. Oyun metnine mecbur olmakla, doğaçlamanın bir sınır çizgisi yok bu konuda; rolü oynamamak olan, oynamayanı oynuyor. Ve bu dev sahnede en küçük bir ayrıntı bile kendisinin dışındaki her şeyle etkileşim halinde. Biri bir yerde havanda su dövse, o suyun minik dalgası uzaklardaki bir sahili hoyratça döven dev dalgalara dönüşebiliyor. Öte yanda bir başkası kendisine sunulan oyunu yıldızlandırırken o yıldızın tozu diğer bir oyuncuya değebiliyor.

Taşların..hayır yerinden kaldırılamayacak kadar büyük kayaların..hatta arza çakılmış dağların bile durağan olmadığı bir sahnede her bir oyuncu kendi yolunda ilerlerken yolda karşılaştığı her şey ile yeniden ve yeniden şekil almakta..yani her an yeniden doğmakta. Her gün her an yaşadığımız olaylar, maruz kaldığımız dalgalar, fırtınalar, altında kaldığımız çığlar, kayalar, işittiğimiz sözler, okuduğumuz satırlar, tanıdığımız insanlar, gittiğimiz yerler, girdiğimiz işler bizi değiştirmekte ve yenilemekte.

Zorla ya da güzellikle; biz bu yeniliklerle yeniden doğarız. Neye direnirsek onun da bize direneceğini biliriz hepimiz. Gizli veya âşikâr. Çatışma, huzursuzluk ve mutsuzluk gelir ardı sıra. Uyum gösterdiğimizde ise uzlaşma, sevinç, huzur…




Severken elimize batan dikeni için gülü öldürmek, hayata direnç göstermektir. Dikenin var oluş sebebini düşünmek çok da zor değil oysa. O andan biraz uzaklaşmak yani aslında oyunlarımızı OYNARKEN SEYRETMEK bize yeni bir bakış açısı da kazandırabilir. Başımız ağrıdığında “neden ağrıyorsun Allah’ın cezası” deyip, onu neden kesip atamadığımızı da görebiliriz belki o zaman…İşte o zaman bir rahatsızlığı haber veren ağrı gibi dikenin de bir hikâyesi olduğunu ona da bir rol yazıldığını bilebiliriz. Bana kalırsa burada dikkate almamız gereken en önemli şey her varlığın kendi oyununun başrolünde oynarken aynı zamanda diğer varlığın hizmetinde olduğudur. Hilafsız hepimiz kendi hayatımızın yıldızı olabiliriz ama yine aynı hepimiz, yine hilafsız diğerlerimizin hizmetindeyiz.

Âşık der incidenden, incinme incidenden Kemâlde noksan imiş, incinen incidenden.*

Bunu böyle bilip, gördüğümde bendeki kırgınlık, bendeki çatışma ve bendeki öfke bitiyor. Hatta öfkenin hemen ardından hissettiğim utanç duygusu da bitiyor. Yani tecrübeyle sabittir bu dediklerim. Kırıldığım, incindiğim sonrasında kızdığım için üzüntü duyuyorum bu defa..Ancak ilk evre ile kıyaslandığında çok kısa sürüyor bu ikinci aşama. En sonunda yaşadıklarımın nedenini anlasam da anlamasam da bir nedeni..tamamlayıcı bir nedeni olduğunu anlamak ve üzerimde birikmiş yılların tozunu, çamurunu silkeleyen bir taştan razı olma duygusu inanın bana bir çok duygudan güzel.

*Alvan’lı Efe
Resimler: Renoir ( Dansçı & Çiçek sulayan çocuk)

19 Nisan 2012

"özgürlük üzerine"



Ah lodos ben yalnız seni değil, senin yaşlı gözlerini de seviyorum..
Ama hem yağmur hem rüzgâr, ardı ardına çıldırmak zorunda mıydınız ikiniz de?
Pazar günü müydü o deli yağmur? Nasıl o gün ayaklarımı o suya sokmak istemediysem, dün de aynı sebeple lodosa dalamadım. Doksanın, yüzün üstündeki şiddete çıkan hızda, dağıtır adamı böylesi diyor ve böyle bir fırtınada sokak keyfi yapamıyor insan. Yine de sıkı sıkıya kapanan pencerelere inat balkon korkuluğunun üzerinden uzattım burnumu ve doyasıya kokladım lodosun davetkâr kokusunu. O anlarda içimde kabaran sevincin şiddetini size anlatamam. Bir insan hayatta başka her şeyden kopup, havaya nasıl karıştığını kime anlatabilir ki?

Çok lâzım mıdır bilemiyorum ama bir parça fikri olsun isteyen olur umuduyla size düşüş! örneğini verebilirim. Bir yerden düşecekmiş te içinizden çekilirmiş gibi olursunuz aşağıya ya! Öyle bir şey işte bu da..Ancak burada yere değil de havaya düşeceğini hayal edecek aklı başında birini bulma olasılığı ne kadardır, düşünemiyorum. Neyse ki sonunda akıl dairesine çekilebildim ve bu sevinç hâlini fazla uzatmadım. Sonra da büyü bozuldu zaten. Az önce özgürlüğü bir vecd haliyle yaşayan ben, ân içinde hâl değişimine uğramış ve kısıtlanmışlık duygusuna teslim olmuştum.

Tam bu duyguyla başa çıkmaya çalışırken eski sayfaları karıştırmaya karar vermiştim ve elime geçen şu sözler olmuştu:

Ne zaman ki özgürlüğün arama tutkusu dahi sizi rahatsız eder ve özgürlüğün bir erek ve tatmin olduğuna dair konuşmayı kesersiniz, işte ancak o zaman özgür olabilirsiniz.

Ne zaman ki günleriniz ihtiyaçları düşünmeden ve geceleriniz de bir pişmanlık ve tutkuyla dolu olmadan geçer, işte o zaman gerçekten özgür olursunuz.
Halil Cibran (Ermiş/67)

Hayattaki başka her şeyden koptuğum o çok belirli anlar dışında boş yere denizden çıkmış balık gibi yaşamazmışım meğer.


10 Nisan 2012

Nasıl bir gizin ürünü olduğumuzu anlayamadan yitip gitmekten ölesiye korkarken..


Hayat bir serüvense eğer, insan hayat serüveni boyunca karanlık kuyulara da inebilmeli, dağlar kadar dalgaların arasına da girebilmeli. İnsan bunu aydınlığa varmak adına yapabilmeli. Karanlığı görmezden gelebilirim ve hiç var olmamış gibi yaşayabilirim, ama böyle yaşamak, böyle nefessiz bırakan dalgalardan, gizli saklı şeylerden korkmak, nasıl bir gizin ürünü olduğumu anlayamama riskini taşıyor. Eh gelmişim madem, etliye de sütlüye de dokunmadan şöyle bir dolaşıp, gideyim bonkörlüğüne hakkım olmadığını düşünüyorum ben.

“Karanlıklar boşuna karanlık değildir.  Onlar aydınlatılmayı beklemektedir.”

Üzerinize afiyet çok ciddiye almak zorunda olduğum bir serüven yaşıyorum bir süredir. Ardı arkası kesilmeyen yüzleşme dalgalarıyla boğuşmaktayım. Görmezden gelinemez..Aşikâr edilemez..Şikâyet hiç edilemez cinsinden..Nasıl yapacağım Allah'ım..ben artık nefes alamıyorum dedirten cinsten dalgalar bunlar. 


Önce kimliğimin "ne kadar da önemli" olmadığını anlatan, şimdilerde kendime isnat edip gizlediğim yüzlerimin..komplekslerimin sonra kendime attığım yalanlarımın, iftiralarımın varlığını kabul etmenin beni "ne olmadığıma" götürdüğü, öfke ve korku çiçekleriyle döşenmiş bir yolu izledim/izlemekteyim.

Aman sakın ha! çiçeklerin öyle mis kokulu olduklarını zannetmeyin..Ancak onları görebiliyor olmanın, her şeye rağmen çiçeklerin orada bir yerlerde var olduğunu bilmenin nasıl güzel bir şey olduğunu anlayacağınızdan eminim.

Benim anladığım beklentilerimin azaltıldığı ve fakat umudun olmazsa olmaz olduğunu anlatan bir serüven yaşamaktayım..şimdilik bu kadar. Aslında bana beni ne olduğumu anlatan bir sahne oyununun içindeyim demek daha doğru olacaktır sanırım. Sonrası bir yere varır mı? Varırsa nereye varır? İşte işin esas bu kısmını çok merak ediyorum. 

Ve dostlar..işin aslı esası şu ki; nasıl bir gizin ürünü olduğumu/zu anlayamadan yitip gitmekten ölesiye korkuyorum.

Şimdi..içinde rol almak için ta başından beri can attığım bu sahneyi buraya neden yazdım tam olarak bilmiyorum….ama yazmazsam inanın çatlayabilirdim..